Yalnızlığı okudum gözlerinde Bu kent; her geçen gün bizi bizden uzaklaştıran bu kent, bir dilim ekmek için çalışıp didinen insanların doldurduğu, kirli,gürültülü bu lanet kent hepimizi esir ediyordu da biz farkında değildik... çocuklarımızın gözlerinde parıltılı gülücükler yoktu, genç kızların yanaklarında ki elma rengi kızarıklıktan da eser... mazimize onca güzel şeyi gömüyorduk ki bilerek veya bilme-ye-rek bunun farkında mıydık acaba ?... şiirler yazardık sevi üstüne, duvarlara insanca şeyler yazardık eskiden ve de vapurda, otobüste veya parkın bankı üzerinde otururken elimizde mutlaka bir kitap veya bir dergi olurdu; cep telefonları değil... yine bu da mazi denilen mezara gömüleli çok olmuştu... şimdi iletişim araçları öylesine hızlı gelişmiş ve insanlarla iletişim kurmak öylesine kolaylaşmıştı ki (güya) bu yüzden annelerimizi bile ayda bir(yada daha geç) arar olduk... oysa -yine- eskiden mektuplar vardı; rengarenk, içine gül kurusu konulmuş mektuplar... onlar da mazinin toprakları altında şimdi... ....O kadın, az konuşup çok şey anlatmasını bilen seher yıldızı bakışlı kadın... senle konuştuktan sonra "herşey daha güzel olacak" demiştim ama yanılmışım... bu kentte insan nasıl mutlu olur bilemiyorum... bazen bir martının ardından uçup gidesim gelir... bazende yok olasım ebediyen...bu kentte hayat tutarsız insanlarda öyle... yanılgılarım ağır geliyor kendime pişmanlıklarım diz boyunu geçti... aynalar da yalancı oldu artık gözlerimdeki parıltıyı silmiş haberim olmadan... Yağmur vardı dün gece...ve yüreğimde karşı konulmaz bir serselilik... çocukların elma şekerine koştuğu gibi koştum ve sokağa dar attım kendimi... sahilde bir kaç evsiz insan oturmuş bira içiyordu... selam verdim çöktüm yanlarına..toplumdan soyutlanmalarının oluşturduğu kin oturmuştu gözbebeklerine... yadırgadıkları besbelli onlardan olmadığımı düşünüyorlardı... güç bela onlardan olmam için illa ki evsiz olmam gerekmediğini anlattım onlara... onları sevdiğimi ve yardımcı olmak istediğimi de söyledim...aldığım cevap kesin ve netti, "senbize yardım edemezsin"... içimde bir yerlerin acıdığını hissettim o an... bu insanları nefret etmeye iten şey neydi?... kendilerinden ve çevrelerindeki herşeyden fena halde nefret ediyorlardı... üzüldüm, acıdım onlara onların acımamamı istemesine aldırmadan... ve bütün gece onları düşündüm... belki de haklıydılar..onlara yardım edemezdim...sadece ben değil hiç kimse yapamazdı bunu... onları yaşayan ölüye çevirmişti bu kent ve sadece çalışmayı düşünen robotlar... hiç bir şeye hakları yoktu onların... çocukken oyuncakları olmamıştı, yeni elbiseleri ve sımsıcak bir yuvaları olmamıştı... büyüdüklerinde de imkansızlıkları büyüyordu...hobileri, fobileri,bas gitarları,kitapları, arkadaşları yoktu... ellerinde olanı yalnızlıkları ve yıllardır itilip kakılmalarıydı sadece... Ahmed Arif; "yokluğun cehennemin öbür adıdır/üşüyorum kapama gözlerini..." derken ne hissetmişti acaba?... kim dedirtmişti ona böyle bir şeyi?...ve kaçımız bunları diyebilecek şansa sahibiz acaba?... bunları düşündüm o iki SERSERİnin ardından... Hepimiz yanlışlarımızla büyüyoruz... kendimizi, hayattan beklentilerimizi, toplumun içinde bulunduğumuz mevkii, aşklarımızı, özgürlüğümüzü... ve bir yandan da içimizde yaşamla aramızda koskoca bir uçurum açan yalnızlığımızı da büyütüyoruz farkında olmadan... her insan bir yere kadar yalnızdır ben bilmez miyim?... gece olmuştu yine... beraberinde, uykuyu, soğuğu ve birazda ölümün kokusunu getirerek... yine bir yerde birileri ölmüştü mutlaka, onların yerine de birileri doğmuştu... yine açlık, yine sefalet, yine nefret mutlaka bir köşede birilerini avucuna almış ve sıkıyordu... İşte o leylak kokulu kadını bulsam, kafamdaki bütün soruların cevaplanacağına ve belirsizliğin kalkacağına öyle çok inanıyorum ki...hey martılar siz onu tanır mısınız?... söyleyin nerdedir yalnızlığımın maskecisi... O bile beni görse artık "gözlerimde yalnızlık okuyamaz" .... mı acaba? |
0 yorum:
Yorum Gönder