Ferdi iç ya da dış etmenler bakımından rahatsız eden, insanın fizikî ve psikolojik dengesini bozan olayların giderilmesi için girişilen amaçlı zihnî davranışların tamamı da bir düşüncedir. Necip Fazıl’ın, özellikle zihnî davranışlar boyutundaki fikir çilesinde yoğunlaştığı söylenebilir. Biz bunu ancak nesir yazılarının yanısıra, şiirlerindeki duygu çatışmalarından çıkarabiliyoruz. Çiledeki insan Necip Fazıl'ın “azap” olarak nitelendirdiği fikir çilesine geçmeden önce, onun fikir konusundaki düşüncelerinin öz de olsa aktarılması gerekir. Necip Fazıl, Esseyid Abdulhakim Arvasî hazretlerini tanıdıktan sonra, bütün hayatının yanısıra fikir coğrafyasında da sınırlar dalga dalga genişlemiş, tefekkür onun bırakmadığı değil bırakamadığı, onu çepeçevre kuşatan aslî çilenin özü olmuştur. Bunun için Necip Fazıl, fikir ve düşünmek konusuna dışından yaklaşarak bir mâna biçmek yerine yaşadığı fikir çilesini tefekkürün tarifi olarak bize sunmuştur. Hattâ o, düşünce iddiasında bulunan satıhçı insanları "iki ayağı üzerinde şaha kalkmış ve hazmedilebilecek bütün hayvanları mideye indirme sevdasında korkunç bir hayvan" olarak sınıflandırmıştır. Sadeliğin değil ama satıhçılığın ve basitliğin yanında olmayı hiç bir zaman kabullenememiştir. Özellikle bunun tefekkür adına yapılmasına yine fikrinin öfkesi ile karşı çıkmıştır. Necip Fazıl'ın şiirlerini ve nesirlerini yüksek sanat dehasının mahsulleri olarak görenler çok haklıdır. Fakat onun bu eserlerinde sancılı bir ruhun çileli tefekkürlerini de görmek, her bir mısra ve cümlesinde beynine saplanan kıymığın sebep olduğu yansımaları da göstermek gerekir. Çünkü onun eserlerini yüksek sanat mahsulleri yapan, yine onun muhatap olduğu fikir çilesinin neticesidir. Necip Fazıl, fikir ekmeği verecek olan "fırın"ı iyi tespit edebilen bir düşünce adamı olmakla da bu fırında boşuna aç olarak beklemez. Ancak bu fırında fikirle birlikte pişmeye, azaba eş fikir çilesini çekmeye ve bütün bunlara katlanmaya çalışır. Bu bekleyişte bir kararlılık, sabır ve inanç vardır. Yani şairin bekleyişi boşuna değildir, umudunu yitirmez; Hasretle beklenen gelir mutlaka; Sultan fikir, şanlı otağa gelir. Necip Fazıl'ın, bazen "zehirli fikirler" dediği “fikir” konusundaki görüşleri dahi insanı derin tefekküre davet edici zenginliktedir. Ancak bu zenginliği anlama çabası göstermek gerekir. Çünkü o fikirlerini çok basite indirgemeyi, seviyenin altında örnekler vermeyi pek sevmez: "... Fikir, hiç bir bıçağın kesemediği o ulvî mevcut, nasıl gider, nasıl kalmaz, geçmiş ve olmuşken, gelmemiş ve olmamışa dönebilir?..." diyen Necip Fazıl, fikri "mücerret fikir içinde olacak ve kendi öz teşkilatını kuracak .." şekilde formülleştirir. O, anlayanlar için, Allah'ın imandan mahrum ettiğini, düşünmekten de mahrum ettiğini belirtirken, fikirde yorulan insanları mazur görür, ama bunlara için için ağladığını da ifade eder. Çünkü ona göre fikirde yorulanlar bütün bir kâinattan mahrum olan zavallılardır. İnsan için “fikirde yorulmayı” kabullenemeyen şair, bu yorgunluğu gösterenlere acır ve bunları “zavallı” olarak niteler. Necip fazıl'a göre ruhçunun maddeciye cevabı: "insan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir, mücerret fikir, arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu fakat durak ve gaye onlar değil, öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk... Eğer mücerret fikir olmasa her şey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibesi kanunu bulunur muydu?". Necip Fazıl, fikrin insan için önemini, toplumlar ve insanlık için kıymet biçilemeyecek değerini bu şekilde özetlerken, gayenin sadece bu olmadığını da işaret eder. Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! Bir vicdanın, bilmem, kaçtır hava parası, Diyen Necip Fazıl, fikir hasiyetine olduğu kadar fikir namusuna da önem verir. Burada “fikir” ifade eden “insan”ın sağlıklı ve sağlam kişiliği de önem arzeder. Hattâ yeni, doğru ve güzel fikirleri; kurnaz ve sahtekâr istismarcıların bir takım müşahhas misallere tatbik ederek daima yanlış ve çirkin göstermeye çalıştıklarını da belirtir. Bu sahtekârlıkları ilan eder. Necip Fazıl'a göre fikir, sadece taarruz ve fetih manivelasıdır. Bunun için o,"insan başını sıçan kafasından ayıran tek hassa! Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir." derken, fikirde öfke arayan bir mütefekkirdir. Tabii ki bu öfke de; fizikî bir saldırganlığı değil, ifade edilen fikirlerin akıllıca ve mertçe savunulmasının da yapılması gerektiğini arzular. Öyle ki, düşünmeyen kafa onun için pis bir hayvandan farksızdır. Ama Necip Fazıl, fikrin öfkesinden bahsederken, bu bildiğimiz basit heyecanları kastetmek yerine fikirde aksiyonu işaret etmiştir. Nitekim o, hayatında da fikrin öfkesine sahip bir şahsiyet olarak yaşamış, savunduğunu hayatına sıkıca giydirmesini bilmiştir. Yani onun hayatı fikrinin aksiyonu şeklinde tezahür etmiştir. Necip Fazıl, aksiyonu; ruhun kendisini madde âleminde ifade ettirmesi, yani heykelleşmesi olarak tarif eder. En büyük aksiyoncu olarak Allah(c.c)'ı gösterir. Yine o, yeryüzünde insan ve cemiyet konusunda bir şekil ifadesi istenmeyen fikri, zarını yırtmamış bir tohum olarak vasıflandırır. Buradan da anlaşıldığı gibi aksiyon bir özellik kazanmayıp insan ve cemiyetlere ulaşamayan fikirler zarını yırtmamış tohum halinde kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla böyle bir mahkumiyet, yani insanlara ulaşamayan fikirler çok değerli de olsa pek bir anlam ifade edemeyecektir. Bunun için Necip Fazıl, kendi dönemi içinde fikirlerini insanlara ulaştırmanın ilk basamağı olarak Büyük Doğu’yu çıkarmıştır. Defalarca kapatılmasına rağmen yılmamış, derginin yayınına devam etmesi için maddî ve manevî büyük mücadeleler vermiştir. Necip Fazıl'a göre fikir çok kuvvetli de olsa aksiyona geçirilmediği sürece hiç bir işe yaramaz. Dolayısıyla fikir, sahibi uyurken bile rüyâ halinde aksiyon avcısı olmalıdır. Ona göre fikir aksiyonsuz olamaz. Çünkü aksiyonsuz fikir olsaydı, "bütün peygamberler bulutlar üstünde doğarlar, yaşarlar, ölürler ve Roma gayzerleri telaşa düşmezdi". Yine Necip Fazıl'ın gözünde aksiyon düşmanı fikir adamı da, dişleri sökülmüş ve pençeleri törpülenmiş bir sirk aslanı kadar merhamet telkin edicidir. Bu tipler bu derece zavallı ve acındırıcı bir duruma düşmüş demektir. Ya da “fikir” adına anlamsızlığı yaşamaya kendini mahkum etmiştir. Fikir ve fikir adamı konusunda bu kadar açık düşünceleri olan Necip Fazıl, hayatında mütemadiyen dalgalanan, suda yayılan halkalar gibi, fikrin çilesiyle muzdarip olmuştur. Öyle ki onda her şey bir fikirdir: kumar, zaman, insan, cemiyet, gölgeler, şehir, her şey... O, "sıcak yarada kezzap" ızdırabını çektiren bu fikirlere rağmen bunları bir nimet olarak kabul eder ve;" ey müslüman, sana düşen nimetse sadece ç i l e... Uyumamak ve düşünmeye memur olmak... Bu çile kapısından erişilecek dünyayı bilseydin, yatağını ve yorganını satardın" der. Hattâ o, öncelikle insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığının düşünülmesini söyler. Fikirden uzak ve üstelik düşünmeden konuşanlar için Necip Fazıl; "dümdüz, çırçıplak apaydınlık bir vuzuhla konuşan insanlara dikkat ettim. Her defasında karşımda bir aptal vardı" derken, bunu bir örnekle açıklar;"bir odada ışıkları kıstıkça mesafeler ebedileşir, ışık büsbütün söndürülünce mesafe kalmamıştır; aynı fark ..". Necip Fazıl'ın hikayelerinde ve diğer eserlerinde kendini belirgin şekilde görürüz. Hemen hemen hikayelerinin baş kahramanlarının çoğu ya Necip Fazıl, ya da Necip Fazıl'ın kişiliğinin bir parçasıdır. Necip Fazıl, bir hikaye kahramanının ağzından; "benim iki işim var: ya kumar, ya bu zehirli fikirler..." der. Bu cümlede çiledeki insan'ın fikir cephesinde kumarla verdiği savaşın izlerini görüyoruz. Çünkü kumar onda belirli bir dönem ihtiras haline gelmiştir. Hattâ yazmış olduğu düşüncelerinden, bu ihtiras onda duygusal yaşantısından düşünce, davranış ve faaliyetine yansıyan, belirli bir sınır ve ölçü içinde kişiliğini geliştiren, olgunlaştıran önemli bir güç haline gelmiştir. Öyle ki bu güç şairde kuvvetli bir savunma mekanizması da geliştirmiştir. Nitekim o, hayatının bir döneminde; ruhuna üşüşen sabit fikirlerin, beyin zarını yırtan vehimlerin üstünü örtmek, düşünmemek için bu işi yaptığını söyler. Hattâ kumar onda öyle bir tutkudur ki, onu bırakınca intihar etmekten başka çaresi kalmayacağı fikrine inanmıştır. Ama bunun, intiharın, emanete kıymanın büyük günahından çekinir. Dolayısıyla yine fikirlerden kurtulamaz. Fakat düşünmemek için yine ona, kumara mecbur hisseder kendini. Necip Fazıl'ın hikayelerinin kumarbaz kahramanları, kendilerini kumara mecbur hissetmelerine rağmen Allah'a inanırlar. Hattâ kumardaki tutku Allah'a yönelse asıl gaye gerçekleşmiş olur. O,"hasta kumarbazın not defterinden” isimli hikayesinde aynen şunları yazmaktadır: "Bir veliden birkaç satır: -Ben varlığın her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son şeref zerresine kadar kendini kumara adamakta devam eden bir kimseye sordum: (niçin bu açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsinizben bu yoldan dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye mecburum. Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum! Hiç bir işte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah'a iliştirilecek olsa, gayelerin gayesi gerçekleşmiş olur.. Ben, hasta kumarbaz, veli'nin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru hiç bir adım atamadım". Necip Fazıl'ın "Nam-ı diğer parmaksız salih" adındaki oyunun asıl muhtevası da kumar ve kumarbazdır. Oyunun kahramanı Salih, tutsaklık derecesinde bir kumarbazdır. O, bu eseri için;"bu eserde en canhıraş sebep ve neticeleri ile kumarı göstermek istedim... Bütün yeryüzünü saran yakıcı, kavurucu, kül edici ihtiras "der. Bu ihtiras çiledeki insanın sabit fikirlerinden kurtulmak için başvurduğu fayda vermez bir yoldur. Çünkü "beyin zarında sülük" gibi olan bazı fikirler bu yolla da defedilemez. Necip Fazıl, bir hikaye kahramanına söylettiği gibi "kumar manevî bir illet, çaresi de ancak manevî olabilir." Çiledeki insanın beynini tırmalayan fikir bir tane değildir. "zaman" fikri de ona çıldırtacak şekilde yapışır. Dayanılmaz azaplar yaşatır. Her şeyi irtibatsız bir boşlukta, darmadağınık zaman parçalarında görür bazen. O zaman dengesini kaybetmiş olarak hisseder. Bazen de insan hayatının içinde, zaman, vahşi, tırnaklarla bir kemirgen olmaktadır. Zaman, tüketici ve bitiricidir. Necip Fazıl, bir şiirinde bunu dile getirir; Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor, Tavan aralarında, tavan aralarında. Necip Fazıl'da "zaman" fikrinin içinde "uzaklık","yakınlık" gibi fikirlerde beynini tırmalamaktadır.. Bunun için çiledeki insanda bazen mesafenin bulunmadığı zamanlarda yakınlık ve uzaklıktan bahsetmenin anlamsız olduğuna inanmak gerekir. Çünkü; İnsan, yaklaştığınca yaklaştığından ayrı; Belli ki; yakınımız yoktur Allah' tan gayrı... Uzaklaşamadığı, bazen de uzaklaşmak istemez gibi bir durum aldığı fikrin pençesi Necip Fazıl’ın beynindedir; Kafam bir cenk meydanı, kokusu kan ve barut; Elindeyse düşünme, gücün yeterse unut! Derken, bu gerçeğin beynindeki savaş izlerini yansıtır. Bir çok kavram gibi "mesafe"de onu fikrin madde dışı yakıcı girdaplarında dolaştırır. Bir zamanlar çocukluğundaki hastalıklardan birinde, başucundaki annesine bakıp, insanların birbirine, birbirinin haline ne kadar uzak olduğunu düşünerek; bir takım kaba yakınlıklara rağmen iki ten arasında ne korkunç bir uçurum çöreklendiğini hissedip,"anne sen benim halimden anlıyor musun" diyen o, sorularının cevabını büyük velilerin sözlerinde bulur. Yakıcı fikir azaplarından, binbir çengel gibi beynine saplanan sorulardan, ara sıra da olsa onların sözlerinin imdada yetişmesiyle ferah bulur. Aslında sathî olarak düşünenlerin sandığı gibi yakınlık ve uzaklık iki zıt mevhum değildir. Çünkü; "birlik olan yerde yakınlık ve uzaklık olmaz." Fikir... Fikir... Fikir... Necip Fazıl'da fikir sancısı dinmez. Çilenin insanı, fikir çilesinden nasıl ayrı düşünülebilir? "lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı"derken, ne kadar da haklıdır. Onun için bizde Necip Fazıl’ın fikri çilesini yine onun eserlerine başvurarak öğrenebiliyoruz. Necip Fazıl, fikir çilesini Bâbıali’de, şiirlerinden örnekler vererek şöyle açıklıyor: "ve her biri keneler gibi beyin zarının altına yerleşmiş sabit fikirler, yakıcı kurcalayışlar: Niçin küçülüyor eşya uzakta? Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl? Zaman'ın raksı ne, bir yuvarlakta? Sonum varmış, onu öğrensem asıl? İnsana, ensesine işleyen kör bir testereden daha ziyade azap verici bir fikir olabilir mi? İşte: Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap, Bir fikir ki, beyin zarında sülük” Selâm, selâm sana haşmetli azap; Yandıkça gelişen tılsımlı kütük. Bu bir hâl ki, izahına hiçbir lisanda kelime yoktur. Bu durumunu ancak şair kişiliğine ve şiirine bakarak anlayabilmeye yöneliyoruz: Lûgat bir isim ver bana halimden; Herkesin bildiği dilden bir isim! Eski esvaplarım, tutun elimden; Aynalar, söyleyin bana, ben kimim? Necip Fazıl’da sorular sonsuz gibidir. Çünkü ona göre “sormak” aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demektir. Ama bu sorularında da, hep derunî tefekkürü çağrıştıran ifadeler vardır. Sorar ve hayâl eder: “İnsan üç beş katlı bir binadan yere bakarken baş dönmesi hissine kapılıyor da, yere yatmış bir duvar gibi düpedüz zemin üzerinde ufka bakarken niçin aynı hissi duymuyor? Eğer mesele düşme korkusundan ibaretse, arz cazibesi diye izah ettikleri düşmeyi, cazibenin bir ân ufkîleştiğini hayâl ettiler mi, ufka doğru bir uçuş şeklinde de kabul edebilirler... Ufka doğru düşmek; korkunç hayâl!. ” Tefekkür... Sorular... Sorulara cevap ararken gittikçe tefekkürün çekim alanı içerisine girmek, Necip Fazıl’ın uzaklaşmadığı yakıcı gerçeklerden biridir. Zaman ve mesafe mevhumu gibi, “gölgeler”de düşüncelerine musallat olan fikirlerdendir. Öyle ki çevresindekiler; “hareket halinde ve yaşadıkları vehmi içinde gidip gelen gülüp oynayan, konuşup halleşen ölüler ”dir. Yaşayan, canlı ölüler... Bu fikirden bir türlü kurtulamaz. Ama bir başka hakikati ve bu yakıcı düşüncelerin çaresini hafız adındaki hikaye kahramanına söyletir: “bırak şu ölüleri, diyordu bana; gel seninle mezarlığa gidelim de diriler arasında oturalım!.. (...) Beynini tırmalayan fikirlere aldırma, dedi; onlar, gelip geçici gölgeler... Her şey gölge”. Necip Fazıl, bu canlı gölgelere, çevresinde dolaşanlara acımadan da edemez. Ve bu noktada gerçeğin bir başka cephesi ile yüzyüze gelir. O, Reis Bey oyununda, oyun kahramanı Reis Bey’e söylettiği sözleri fikir çilesine katarak tekrar eder: “acımak düşünmektir, acımak bulmaktır. Acıyın yeter! (...) Hepsinin üstünde insana; buruş buruş beyni, alnı ve çenesiyle gözyaşı döken insana acıyın!” Necip Fazıl, bir türlü sabit fikirlerden kurtulamaz. Özellikle büyük şehir sanki onu durmadan sabit fikirlerle ısırır. Bunlar maddî olarak ifade edilecek olursa, canavar sürüsü halinde saldırılarını devam ettirir. Öyle ki herhangi bir meşguliyet veya kendinden geçercesine yapılan bir çalışma dahi bunlardan kurtulmaya fayda sağlamaz. Çünkü uğraşılan her işin en ufak parçasında aynı sabit fikirler bütün ısırganlığı ile ortaya çıkar, saldırılarını sürdürür. Necip Fazıl, fert plânında ve sadece ferdi ilgilendirdiği sanılan fikirlerinde dahi bütün cemiyeti çevreleyen bir sorumluluğun çilesini samimi olarak varlığında yaşar: Hiç kalmadı soran: ne var insanda? Ben duvarda ezik bir böcek miyim? Yoksa pırıl pırıl, tek damla kanda, Kâinatı süzen bir mercek miyim? Necip Fazıl, her ne şekilde olursa olsun insanın soru sorma hassasiyetinden uzak olmasını fikir fakirliğinin veya fikirsizliğin bir başka cephesi olarak görür. Toplumda gördüğü fikirsizlikler, onu bir başka şekilde fikir çilesini çekmeye mecbur eder. Fikrin öfkesine sahip mütefekkir şair, sansasyon gazetelerinin yurdumuzda fikri idam etmiş olduklarını, belirtirken; “bizde ne yazık ki fikir, kedinin suratına sigara dumanı üflenmiş gibi herkesin tuh deyip kaçtığı bir nesne haline” geldi der. Hattâ üniversiteli olmasına rağmen fikirden teğet bile geçmeyen bir hikaye kahramanına, kendisinin dili olan bir başka kahraman tarafından şunları söyler: “Size, üniversiteli sayın bayan, içinde yaşadığımız dünya, fikre fikirle karşılık vermeyi öğretmiyor da teker kelimelik klişeler belletiyor. Kutudan fiş çekercesine her fikrin tek kelimelik yaftasını çıkarıyorsunuz, o kadar”. Necip Fazıl, bu güne kadar başımıza gelen felaketlerin en önemli sebebi olarak fikirsizliğimizi gösterir. Hattâ bizde ölçü sahibi fikir adamı yetişmemesi için her şey yapıldığını da belirtir. Bunun için üniversitelerimiz esersiz profesörlerle, iktidar makamlarımız, iş ve hareket yetkisini hangi çileye borçlu olduğu meçhul kabadayılarla doludur. Dolayısıyla batının "izm" bandrollü aşağılık ithal mallarını, büyük Türk tefekkür gümrüğünde muayene edecek ve iç ölçülere vuracak uzmanlar kadrosundan mahrumuz. Necip Fazıl, bu mahrumiyete tarih içinde de rastlandığını örnekler vererek belirtir. Hattâ bunu tarihten zamanına da taşır. Bağdatlı ruhi’nin; dünya hevesi ile kimisi halkın emekte/ kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte,diye ifade edilen şiirini hatırlatırcasına, mevcut durumdaki fikirsizliklerin “fikir markalı” yerlerde yoğunlaşmasından da bir çilenin içerisine girer. Bir çok eserinde, sokaktaki adamın idrâk ve anlayışının ilerisinde söyleyeceği bir şeyi olmayan fakat fikrin maskesine sığınmış olan her türlü zevattan rahatsızlık duyar. Necip Fazıl, maddî ihtiyaçların karşılanma kaynağı olarak da fikri gösterir. Ona göre; ne yola, ne madene, ne buğdaya, ne silaha muhtacız! Sadece mahrum olduğumuz fikre ihtiyacımız vardır. Çünkü "fikir olunca hepsi olur, o olmayınca da hiç biri olmaz". Dolayısıyla fikirsizliğimizi idrâk ettiğimiz gün, her şeyi idrâk ve her çareyi elde etmek imkanına ereceğiz. Kısaca Necip Fazıl'da fikir çilesini, tefekkür edeni, kitaplık çapta yoruma götürülebilecek formülleştirilmiş şu şiirinde görebiliriz: Zıpkın düşüncelerden kalbim iğne yastığı, Çökecekmiş gibi yer, ayağımın bastığı. AKIL Necip Fazıl aklı sınırlı bir çerçeve içinde görür. Ona göre aklın yapabilecekleri ve yapamayacakları vardır. "akıl, olmazların zoru içinde" ve "cüce akıl" derken, aklı belirli sınırlarla çerçeveler. Fakat aklı yenmek için yine aklın gerekliliğine inanır. Daha sonra; "dinin akla "koş" ve "dur" emrini verdiği iki saha vardır. Allah`ın emirleri, Resulü"nün kavli, sahabelerin icmai ve büyük müçtehitlerin tablosundan sonra akıl yoktur..." der. Bu düşüncelerden sonra Bergson`un; "Ben aklı yıktım!. Evet akılla yıktım. Şu halde akla düşen son hamle kendi hiçliğini idrâk ve intihar etmekmiş" fikrini aktarır. Necip Fazıl, buradan hareketle asıl olarak gerçeği "bağlı akıl" da bulur. Çünkü "bağlı akıl" sürekli "arayıcı" vaziyetindedir. Arayıcılık, aklın en önemli özelliklerinin başında gelir. Öyle ki Necip Fazıl aklı, fert için olduğu kadar toplum için de bir imtihan sebebi sayar. Bundan dolayı; Ne ağır imtihandır, başındaki, sakarya ! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?, Diyecek ve aklın sosyal boyutuna da işaret yollayacaktır. Ona göre akıl, Allah`ın sırtımıza yüklediği bir imtihandır. Bu imtihan "bağlı akıl" olarak yönlendirilmezse bir belâ olacaktır. Necip Fazıl, buna benzer düşüncelerini bir hikaye kahramanının dilinden de ifade eder. Ona göre bir şeye inanmadan kuru ilim ve akıl sahibi olmanın, yani gideceği istikâmet olmadan arabaya sahip olmanın bir faydası olamaz. İnançsız, hedefsiz, gayesiz akıl, sahibini hangi yola götürecektir? İşte aklın aciz kalması da burada başlamaz mı? Çünkü; Akıl, kırık kanadı hiçin; Derdi gücü "nasıl" ve "niçin"... Gerçektende bağlı olmayan akıl, Necip Fazıl`a göre kanadı kırıktır. Tökezlemesi, aciz kalması da mukadderdir. Necip Fazıl, "bağlı akıl"la, tasavvufta Allah`ı bilmeyi kasteder. Ona göre aklın “akıl” olabilmesi için “iman” ve “fikri” içinde barındırmalıdır: Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş; Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek, Diyen şair, “aklın” akıllara karşı farklılığını ve yüksekliğini de ifade eder. Öyle ki akıl buna, yani “iman” ve “fikre” götürmelidir. Çünkü gerçekte bilgilerin sonu, en üstün, hattâ yeganesi Allah bilgisidir. Bilgiyi elde eden, düşünceleri düzene koyan akıl, insanı Allah`a götüren mutlak bilgiyi öğretmelidir. Yoksa insan, kendisine gurur veren aklına kapılırsa, aklın belâsına uğrayacaktır: İnsan, bir mes`ut zalim, insan mağrur cahil; Tekne kırık, su azgın ve kayıplarda sahil Aklı ile, elde ettiği bilgisi ile mağrurlanan insan, gerçekte kırık bir tekne ile azgın sulara açılıp sahillerde kaybolacaktır. Çünkü insanın aklı da, diğer bazı özellikleri gibi hayata karşı takındığı tavra ve davranış kalıbına uygun durumlara göre yönlenebilecektir. Necip Fazıl`ın tabiriyle, insanlar bilmediğini kıyas edebilse biliyorum kelimesi ortadan kalkardı. Dolayısıyla insanlar bilememenin biliyorum zannı içerisinde geride olduğunu fark edebilirdi. Çünkü; "insan bildiği şeyi en fazla bilmediği şey, bildiği, bildiğini zannettiğidir. Üstelik gururu, gerçek bilgiye karşı küstahlığı ve istidatsızlığı da cabası.. İşte büsbütün cahil olanların sevimli tarafları gurursuzluk, bildiklerini zannetmeyişleri.. Ne büyük ilim bu " Necip Fazıl, bu düşüncelerindeki son cümlesi ile Yunus`u hatırlatır. O, gurursuz ve kibirsiz velî insanın, zemzem suyunun manevî şırıltısını hatırlatan mısraları hemen sıralanır; İlim ilim bilmektir İlim, kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Bu nice okumaktır? Necip Fazıl`ın "akıl" ve "bilgi" konusundaki düşünceleri kesinlikle bunlara karşı bir tavır içerisinde düşünülemez. Akıl ve bilgiyi tasavvuf açısı içerisinde değerlendirirken, katiyetle Bergson`un entüisyonizm (sezgicilik) kaynağına dayanmaz. Bazı yazarların ifade ettiği gibi bu felsefî akımın tesirinde de kalmamıştır. Sezgicilik, asrımızda metafizik düşmanı materyalizme ve pozitivizme karşı koyuş olmasına rağmen; Necip Fazıl`ın bu akımlara karşı çıkış reçetesi ile sezgicilerin reçeteleri tamamen ayrı kaynaklardan doğar. Gerçi Tohum`un kahramanı Ferhat Bey`e;"...madem ki akıldan imdat yok... Bırak ruh tecrübesini yapsın" dedirtir ama, aklı da ne tamamen geriye atar, ne de ileri geçirir. Bunun için de; "aklı yok ettin mi, bir adım atamazsın!...baştacı edince de baştan aşağı hatalara düşersin!.." der. Necip Fazıl, aklı insanın bir unsuru olması bakımında da değerlendirir. Nasıl ki insan ameline göre yüksek veya alçaklıklarda olabiliyorsa, aklı da bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı vasıtadan başka bir şey değildir. Çünkü akıl, olmadığı vakit hiç bir şey yapılamayacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felakete sürükleyen bir vasıtadır. Çiledeki insan`a göre bu vasıta, ancak ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir. Bunun için o şöyle der; Akıl, akıl olsaydı ismi gönül olurdu; Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu. Aklın bir adının da “gönül” olmasını isteyen şair, akılda büyüklük sabuklamalarının değil “alçak gönüllülüğün” bulunması gerektiğini hatırlatmaktadır. “gel ha gönül havalanma/ engin ol gönül engin ol” diyen bir halk türküsünde de aynı ikaz vardır. Necip Fazıl`a göre aklın gönül olmaması halinde, ölümü varlığına sığdıramayan daracık bir koğuk olmaktan kurtulamayacaktır. Bundan dolayı; Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var; Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var... Mısralarında da bu gerçeğin sırrını işaret eder. Necip Fazıl, aklın bir noktada bittiği görüşünü, kâinatın Efendisi`nin hayatındaki bir olayla açıklar ve der ki; aklı temsil eden melek, kainatın efendisi sidretül-münteha`ya kadar taşıyabildi oradan "bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!.." dedi. "ya buradan ileriye nasıl geçilir?" sualine de "aşkla!" cevabını verdi... Meseleyi bu hassas noktaya getiren Necip Fazıl, derin ve gerçek müminde aklı şu kavrayıcı cümleler içinde zapteder: "Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl (...) Gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzâmi bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte bütün nükte buradadır". Çiledeki insan, aklın da çile çekmesi gerektiğine inanır. Kabukta kalmaya, satıhçılığa, her türlü basitliğe fikirleri ile karşı çıkan Necip Fazıl; "aklı kopuncaya kadar germedikçe, bunu yapamadıkça, ya taklitçi mümin, yahut sersem kâfir olmaya mecbursun!." görüşünde karar kılar. Eğer akıl “akıl”sa zorların zoru içinde kendisine yüklenen imtihanı geçme mecburiyeti vardır. |
0 yorum:
Yorum Gönder