Türk-İslâm edebiyatı dünden bugüne muhakkak ki çok büyük şairler yetiştirmiştir. Yunus Emre’yle birlikte coşkuyla akmaya başlayan ve giderek yatağını genişleten şiir ırmağımız dünya şiiri içinde bu anlamda elbette ki büyük bir okyanus oluşturmuştur. Fakat bu şairler içinde kimileri vardır ki, onlar devirleri içinde bir ihya ve inşÃ¢ hareketi gerçekleştirerek öncü şairler, üstad şairler vasfını kazanmışlardır. İşte Sezai Karakoç da çağı içinde bu tür bir nitelemeyi fazlasıyla hak eden hak eden bir şiir ustasıdır. Birazdan değineceğimiz sebepler yüzünden de kendinden önceki çağlardaki şairlerle bir alakasından söz edilse bile şiirimizde yeni bir dönemin zirvedeki ismidir. Zira onun reddedilemez bir şekilde kendine özgülüğü vardır. Dolayısıyla aralarında alaka kurabileceğimiz şairlerle münasebeti bir ruh akrabalığından öte değildir. Karakoç’un şiir tarihi yaklaşık olarak 1950’lerde başlar. Şiirimizin bu dönemde medeniyet ve kültür dünyamızdaki değişikliklere bağlı olarak hem yapısı hem de muhtevası büyük ölçüde değişmelere uğramıştır. Bir kırılmadır yaşanan. Onca yüzyıllık şiir tecrübesi bir yana bırakılarak Tanzimat’tan itibaren yapılan pek çok deneme sağlıklı sonuçlar vermemiş, Cumhuriyetle beraber başlayan Garip akımıyla şiirimiz her şeyden önce şiiriyetini, duyarlık dünyasını, geçmişle bağını nerdeyse tümüyle yitirmişti. Böyle bir şiir ikliminde yazmaya başlayan Karakoç, her şeyden önce şiirimizin bu temel sorunlarını bilen bir şair tutumuyla önünde duran bu tür şiir anlayışlarına iltifat etmedi. Denilebilir ki, aslında ilk şiir kitabı olması gerekirken kitap halinde yayımlanması sonlara kalan ama o zaman süresi içinde de dilden dile dolaşan Monna Rosa şiiri, bünyesinde asıl ve olması gereken şiir ve şair duyarlığının anıt bir eseri olarak yanlış yollarda seyreden Türk şiiri için yeni bir sayfa, umut vadeden bir sesti. Monna Rosa bir aşk şiiriydi elbette... Ama mısralar ilerledikçe bu yeni şiirin geleneksel halk, divan ve tekke şiirinin çağdaş bir yorumu olduğu, özellikle şiirimizin bu üç ana kolunu besleyen İslâm kültür ve medeniyetiyle yakından hatta içsel bir bağ kurduğu görülür. Nitekim Monna Rosa’yı izleyen Hızırla Kırk Saat, bir medeniyet ihyacı ve inşacısı olan Karakoç’un nasıl bir şiir dünyası kurmak istediğini göstermesi açısından dikkat çekici bir kitaptır. Böylece Türk şiiri yeniden kendi olma, kendini bulma özelliği kazandı. Şiirimize peygamberler, veliler, uygarlığımızı ifadelendiren her unsur (şehirlerimiz, dağlarımız, ırmaklarımız, insanımız...) yeniden girmiş oldu. Gelenekle kopan halka yeniden bağlanıyordu. Üstelik bir taklide ve tekrara düşülmeden ve yeni bir yorumla yeni bir şiir anıtı yükseltilmiş olunuyordu. Duruşunu böyle bir zemin içinde gerçekleştiren Karakoç, Tahanın Kitabı’yla başlayan, Gül Muştusu, Körfez, Şahdamar, Sesler, Zamana Adanmış Sözler, Ayinler, Çeşmeler, Leyla ile Mecnun, Ateş dansı ile devam eden ve Alınyazısı Saati’yle şimdilik biten yarım asırlık şairlik hayatında Monna Rosa ve Hızırla Kırk Saat’le açtığı şiir yolunda yedi eser daha verdi. Bütün bu eserlerinde az önce yaptığımız belirlemeye uygun olarak misyonunun farkında olan bir şair sıfatıyla inşa fikrinden bir an bile uzak kalmadan şiirimizin yaşadığımız devirde yeni bir yapıyla kurulması uğrunda çalışmalar yaptı. Böylece can çekişen şiirimiz onca olumsuzluğun içerisinde yeniden nefes alma imkânı buldu. Yunus, dili ve üslubuyla Karakoç’la yeniden dirildi. Süleyman Çelebi, Fuzuli, Şeyh Galip..çağımızın şairleri oldular. Zira Karakoç’un şiir dünyasında bütün bu isimler ve şiirsel tutumları dünden bugüne taşındı. Gelenek yenilendi ve tortularından arınarak bugüne kan ve can veren bir imkâna dönüştü. Bu, şunun için de çok önemliydi. Türk-İslâm medeniyetiyle olan bağımız sekteye uğrayınca doğan boşluğu Yunan efsaneleriyle doldurmaya çalışan ya da duyarlıktan yoksun ve bizim sesimiz olmaktan uzak olduğu için okuruyla da buluşamayan şiirimiz bu handikapı da Karakoç’un şiiriyle aşmış oldu. Karakoç’un şiiri kendi medeniyet dünyamızla beraber batı medeniyetiyle de münasebetli bir şiirdir. Yeni yorum denemeleri bu medeniyet için de yapıldı. İslâmın Şiir Anıtlarından ve Batı Şiirlerinden çeviriler bu tür bir kaygının sonucu olarak ortaya çıktılar. Fakat Karakoç’un şiir gündemimize taşıdığı batılı isimler de meafizik, insani ve dini olanla bağı olan isimlerdi. Bu yüzden onların da çağdaş şiirimizin yeniden kuruluşunda önemli bir imkan oluşturdukları söylenmelidir. Böylece doğu-batı, asya-avrupa şiiriyle, kültürüyle, medeniyet değerleriyle Türk şiir okuru için yeniden ve olması gerektiği gibi yorumlanmış oldu. Bütün bunlar yapılırken karşımızda sadece şiir kabiliyeti, ustalığı olan değil aynı zamanda zengin bir kültür birikimine sahip bir fikir adamıyla da karşı karşıya geldik. Böylece Karakoç şiirinin açtığı yolda dinler ve felsefeler, peygamberleri, filozofları, şairleri, mimarlarıyla... kültür iklimimize de taşınmış oldular. Karakoç şiiri dil özellikleriyle de yeni Türk şiiri için bir imkanlar coğrafyası oldu. Zira kültürümüzün, medeniyetimizin başına gelen dilimizin de başına gelmişti. Yapay, uydurma bir dil ya da ona muhalefet eden geleneksel osmanlı Türkçesiyle 1950’ler Türkiyesinde bir şiir dili kurmak da zorlaşmıştı. Karakoç, bu iki tuzağa da düşmeden sağlam bir dil şuuruyla bütün kelimelere sevgi ve ilgiyle yaklaştı. Alması gerekeni her iki kaynaktan da alıp kullandı. Pek çok eskimiş kelimeye hayatiyet kazandırdı. Bu orta yol bir dil birlikteliği, ortak dil, yaşayan Türkçe anlayışını da diriltmiş ve toplum hafızasına mal etmiş oldu. Özellikle geleneksel kültür ve medeniyetimizin değer ve kavramlarını ifade eden kelimelerin çağdaş bir şairin şiirinde yer alması dil bakımından da fukaralık yaşayan şiirimiz için ciddi bir imkan meydana getirdi. Şiirde şüphesiz ki nazım biçimleri ve şekilleri de önemliydi. Karakoç’un şiirinde bu bakımdan da büyük bir yenilik göze çarpar. O, bu konuda da yine geleneğin veya çağdaş olanın bir taklitçisi ve tekrarcısı değil yeni bir yorumcusudur. Destan, koşma, kaside, rubai, münacaat, naat gibi tür ve şekiller çağdaş bir formla şiirimizin yeni bir yapıya kavuşmasında birer imkana dönüştüler. Böylece hece mi aruz mu, geleneksel olan mı modern olan mı şeklindeki sorular asıl cevaplarını Karakoç’un şiiriyle bulmuş oldular. O, bu anlamda da ihyacı ve inşacı bir tutumun insanı oldu. Bunun neticesinde şiirimiz biçimsel imkanlarını da çoğaltmış olarak yeni yapısını değişim içinde özünü kaybetmeden ama çağıyla da münasebetini kesmeden kurmayı sürdürdü. Karakoç’un şiiri için söylenebilecek bir başka husus ise, konu ve tema çeşitliliğidir. Monna Rosa’daki coşkuyu, Hızırla Kırk Saat’teki bilgeliği hiç kaybetmeden bu anlamda da onun şiiri müthiş bir zenginliği içerir. Aşk, ölüm, hasret, gurbet, ölüm, anne, kadın, çocuk, tabiat.... çok yeni imgelerle ele alındılar. Serbest şiirin genellikle ezberlenmeye müsait olmadığı söylenir. Fakat bu temalar öylesine coşkulu bir anlatım ve özgün imgelerle ele alındılar ki Karakoç’un bu konulardaki pek çok şiiri, pek çok insanın hafızasında yerini aldı. Bence bu, eserin insanla onu yüreğinden yakalayarak bütünleşmesi, şairin okuruyla o mutlu buluşmayı gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir. Şiiri belli bir azınlığın okuyup haz duyduğu bir tür olmaktan çıkararak geniş bir okur kitlesinin duyarlık dünyasına taşıması da Karakoç şiiri için söylenmesi gereken bir başka özellik sayılmalıdır. Öyle ki Karakoç şiiri bu anlamda salt şiir okuru donanımına sahip olanlarca değil tıpkı Yunus’un, Akif’in şiiri gibi camideki cemaata yani halka da ulaşmış oldu. Karakoç, bu insani temaları ele alırken temeldeki tutumunu hep sürdürdü. Yani onda mesela kadın salt biyolojik varlığıyla bir ilginin konusu değildi. Kadın metafazik kimliğiyle de birlikte ele alındı. Diğer temalar için de aynı şey söylenebilir. Dağ, deniz, ırmak vs. somut anlamlarıyla birlikte soyut anlamlarıyla da ele alınan, yorumlanan varlıklara dönüştüler. O, bu anlamda bence bütün varlıkların yani yerlerin ve göklerin dilini de okuyan bir şair oldu. Böylece Türk şiirinde Karakoç şiiriyle yeni bir dönem başladı. Türk şiirinin her kesimi bu şiire ilgi göstermek durumunda kaldı. Bugün fikri ve akidevi farklılıkları sebebiyle kendileri gibi olmayanları reddeden çevrelerin gözardı edemedikleri tek şair Karakoç’tur. O, bu anlamda karşı çevrelerin şiirinde de kimi olumlu etkilerin sahibi bir şairdir. Diğerleri onun gibi medeniyetimizin arı duru sularında gezinmeseler bile biçcimsel olarak bile olsa geçmişimize yaslanma ihtiyacı duydular. Ama onun asıl etkisi tabidir ki kendisiyle fikir ve akide bağı olan çevrelerde oldu. Bugünkü islâmî ve yerli değerlere yaslanan şairler topluluğu en çok da Karakoç’un eseridir. Çünkü ortada artık reddi imkansız hale gelmiş yerli-islâmî bir şiir vardır ve bu şiir Karakoç’un şiir ırmağından beslenmekte ve onun yeni zamanlara açılmış kolları olarak varoluşunu sürdürmektedir. Şüphesiz, bu yeni şiir varlığını Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi öncülere de borçludur. Aynı şekilde Yunus’a, Fuzûli’ye de borçludur. Ama bu imkanları da bu şairlere Sezai Karakoç sunmuştur. O bu bakımdan çağımızın şiir semasının en parlak yıldızı olarak şairlerimizin yolunu aydınlatmaya devam etmektedir. Bu genel tesbitlere ilâve olarak şunlar da söylenmelidir: Karakoç’un Türk şiir okurundan ve kültür hayatından hakettiği ilgiyi gördüğü söylenemez. Bu durumun pek çok sebebinden bahsedilebilir. Ama bence iki önemli sebep vardır. Birincisi Karakoç’un fikri kimliği diğeri ise onun tutumunun kimilerince kısa vadeli hesaplarla ucuzca harcanmak istemesidir. Ama o bütün bunların farkında bir şair olarak ne medyaya, ne mirasyedi siyasetçilere, ne de sanatını kısa zamanda gösteriye, çıkara dönüştürmek isteyenlere aldırmadan eserlerini vermeyi sürdürüyor. Kimi zaman geliyor ki susması bile anlamlı bir konuşmaya dönüşüyor. Gönül isterdi ki, hem bu ülke böyle bir imkanı değerlendirsin. Kendi şiir iklimiyle beraber kültür ve medeniyet iklimini kursun. Hayat üslubunu yeniden bulsun. Hem de Karakoç, Ortadoğu ve İslâm ülkelerine tanıtlarak onların da da bir neşvünema hareketine başlamalarına sebep olsun.. Hatta batıya tanıtılsın. Zira onun şiirde de, diriliş adını verdiği mücadelede de tutumu, kaygısı bu ülkeyle ve bu ülkenin insanları için sınırlı değildir. Dünyayı ve bütün insanlığı kucaklayan bir sese, uslûba ve duruşa sahiptir. |
0 yorum:
Yorum Gönder